Saat sekizi biraz geçiyordu. Gökyüzü karanlık, kasvetli bir yorgan gibi yavaşça üzerime çekiliyordu. Arabanın koltuğuna gömülmüş, bilmediğim bir yolda, ağır ama odağım kaybolmuş bir şekilde ilerliyordum. Gözlerim farların aydınlattığı yolun ucuna sabitlenmişti fakat zihnim benimle işbirliği yapmıyordu.
Neden buradaydım? Neden bu yola sürüklendiğimi bilmiyordum. Kendime bahaneler uydurup duruyordum, ama gerçek bir cevabım yoktu. Hala kaybolmuş sayılmazdım, fakat "nerede" olduğumu sorsalar, mantıklı bir açıklama getiremeyeceğimse her halimden belliydi.
Tam karşıma bir tabela çıkıp "Şu an buradasınız" diye belirtse, Leyla ile Mecnun’daki gibi, yine anlamı olmayacaktı. Çünkü nerede olduğumu bilmenin, neden burada olduğumu bilmemekle aynı ağırlığı taşıdığını fark ettim. Zihnimde bir boşluk, ruhumda anlamını kavrayamadığım bir ağırlık vardı. Arabadaydım, sadece sürüyordum; neyin peşinde olduğumu, neden kaçtığımı bilmeden.
Saatin sekizi yeni geçmesine rağmen hava karanlıktan öte bir siyaha boyanmıştı. Güneşin batmış olsamı tabi bir şeylerin başlangıcıydı ama ya ruhumdaki karanlık? O bambaşka. Dünya bile kendi başına parlayamıyorken, ben neden yalnız başıma bir yıldız gibi parlamalıydım ki?
Telefonum çalıyordu, titreşimler hafif bir yankı gibi arabanın içinde dolaşıyordu. Kimdi bu sefer beni bu karanlıktan çekip çıkarmaya çalışan? Belki birkaç kelime ile ruhumu avutmaya çalışacak bir dost, ya da sadece bir hatırlatma. Ama açmak istemiyordum. Açmalıydım, biliyordum, ama içimdeki bu ağır boşluktan kurtulmak belki de düşündüğüm kadar kolay değildi. Elim yeşile gitmedi, arayan da pek ısrarcı olmadı. Birkaç titreşimden sonra vazgeçti. Ne de olsa, ben bile kendime ulaşamazken, başkalarının ulaşmaya çalışması ne kadar anlamlı olabilirdi?
Radyoyu açmayı düşündüm. Belki bir melodi, ruh halime uygun bir parça, içimdeki bu boşluğu seslerle doldurur, içimi biraz olsun rahatlatırdı. Eğer harekete geçmiş olsaydım, çoktan cevabını almış olurdum. Sanırım hâlâ cevaplardansa sorularla ilgileniyordum. Gözümde sorular nedense hep daha ilginçti, daha değerliydi.
Direksiyonu bıraktım ve aynı anda gözlerimi kapattım. Kaderin bana hazırladığı bir son vardı illa ki, neden o sona doğru ilerlemeye devam ediyordum ki? Araba kuşkusuz bir yere çarpar, olmadı biri arabasını önüme kırar veya birisi bağırır çağırır, küfreder. Yani, yalnızlığım bir şekilde kesintiye uğrar.
Ama asıl gerçek? Gerçek şu ki, arabayı trafiğe kapalı boş bir sahil yolunda sürüyordum ve denizin kokusu burnuma çoktan ulaşmıştı. Bedenim uçurumun kenarından denize doğru yol alırken yüksek bir yer çekimi ile karşı karşıya kaldığında bir şeylerin farkına varıyordu. Birkaç saniye içinde soğuk suların beni beklediğini fark ediyordum. Denize doğru süzülen bir araba, ağır ağır batmaya hazırlanan bir ruh. Serinlemek güzel olur, diye düşündüm. Peki, batarken hâlâ kurtulmayı umut ediyor olmam.
Cevabın bir önemi yoktu.
Çünkü soru her zaman cevaptan daha güzeldi.