24 Aralık 2024 Salı

Kenan'dan Birce'ye Nefretle

Sonuna geldiğimde anlamıştım; biraz fazla yıpranmıştım, ama o sözler içimi derinden yaralamıştı. “Mezarda bile var çiçek” diyordu, isyan eder gibi tamamlıyordu cümleyi: “Beni neden sevmedin?” Küçükken öğrenmiştim bunu; insanlar sevdiklerine çiçek getirirdi. Ya da okulda öğretmenlerim, “Hadi çiçek olun da göreyim sizi” diyerek sevgiyi ve huzuru çiçek üzerinden anlatmıştı. Şimdi ise o mezarda çiçekler dururken kendi evimde bir tane bile çiçek yoktu. Ve bu yokluk, evimi sevmediğimi yüzüme vuruyordu.

Anahtarı kilide yerleştirip iki kez sola çevirdim. Kapının açıldığını ve yuva dediğim yere döndüğümü mekanik seslerden anladım. Ama burası artık bir yuva gibi hissettirmiyordu. Kapıyı açtım, içerisi tamamen karanlıktı. Holün sağındaki lambaya elimi uzatıp düğmeye bastım. Lamba loş bir ışık yaydı; bu sarı ile beyaz arasında gidip gelen soluk ve ayrıca soğuk bir aydınlıktı. Uzun zamandır değişmeyen ampul, artık eski parlaklığını yitirmişti ama hâlâ etrafı ışığını yaymak için mücadele ediyordu. Oysa ben… ben kendi varlığımı bile... Bunun farkında olmak, içimde kocaman bir yük taşıdığımı fark etmeme sebep oluyordu.


Odaya yürüyüp kanepeye—ya da hâlâ ne demem gerektiğini bilmediğim o eski TV koltuğuna—oturdum. Hafifçe sallandı. Ve yeniden mezardaki çiçekleri düşündüm. Kendi evimde bir tane bile çiçek olmamasına takıldı zihnim. Sevildiğimi hissedemediğim gibi, ben de evimi sevmiyordum. 


Anladığım birçok şey vardı, belki de bunlar anlamamam gereken şeylerdi. Beynim… gerekli olanları değil, yalnızca anlatmak istediklerine odaklanıyordu.


Uzun bir yoldu geldiğim. Zaten her yol, varana kadar uzundur. Yorgundum, ama tam olarak neden yorgun olduğumu çözemiyordum. İleri geri sallandım birkaç kez. Zihnim, bir görüntüyü hatırlayacakmış gibi hissettiriyordu ama hiçbir şey gözümde canlanmıyordu. 


Yalnız başına oturmak kaybetmek mi demekti? Az önce yıllardır beklediğim terfiyi almıştım. Ama neden hâlâ böyle hissediyordum? Huzurumu ve mutluluğumu kimseyle paylaşamadığım için mi? Yoksa paylaşsam bile, kimsenin benim mutluluğuma sevinmeyeceğini düşündüğüm için mi? İnsanlar kıskanmadan, yalnızca benim mutlu olmamla mutlu olamazlar mıydı?


“Bu gece içeyim mi?” diye sordum kendi kendime. İçimdekiler akarken zamandan ve mekândan kaçmak mantıklı görünüyordu. Neden böyle düşündüğümü şimdi daha iyi anlıyordum. Bir şarkının sözleri zihnimde canlanmıştı:


“Gidince anlıyorum, her şeyini özlüyorum,

Tenin benim gibi, kokunu içime istiyorum.


Asaletinin bedeli çok kölen var, belli biri.

Hem biraz deli, azdan çok da serseri,

Adı lazım değil.”


Bu şarkının burasında hep takılı kalıyordum. Çünkü gidince anladığımı fark ettim: Her anını özlemiştim. Ama bizim aşkımızın hiçbir başlığında ya da sonunda ben yoktum. Bana uygun tek cümle vardı: “Adı lazım değil.” Hayatın içinde anlamlı kalan tek ifade buydu.


O akşamı hatırladım. Kumandayı alıp duvara fırlatmıştın. Kumandanın kırılması hiç umurumda değildi. Çünkü kırılan kumanda değil, bendim. Konu çok basitti: Sevmediğim bir çorbayı, inadına bana sevdirmeye çalışmıştın. Sana ısrarları sevmediğimi söylediğim için öfke nöbeti geçirmiştin. Şimdi anlıyorum ki, sadece bir bahane arıyormuşsun. Çünkü karşında hep sevgiyle sana bakan biri bile insanın canını acıtabilirmiş. Tatlı dil bile battığında, sevgiyi kanatırmış.


“İnsan diyorum ya, sen üzerine alınma” dedim içimden. “Ama soracaksın şimdi; ‘İnsan bile demediğin bir varlığı neden bu kadar özlüyorsun?’ diye.” Cevabı biliyorum: Olay sen değildin. Seni hayal ederek kurduğum düşler tiyatrosuydu mesele. Çok sevdiğim bir dizinin erken final yapması gibiydi bu. Oysa bu hikâye hiç bitmemeliydi. Bittiği için şimdi hiçbir yerde kendimi evimde hissetmiyorum. Gitmiştin ve giderken bana ait olan şeyleri de götürmüştün. Hislerimi.


Yanlış kişiye doğru hissedersen, hikâyenin sonunda tek suçlu sen olursun. Ve bunu bile bile, yine de severdim ve sevdim. Ayranım dökülmedi belki, ama bir çok kötü olay yaşandı. Yaşadığım acı fiziksel değildi. Ama inan keşke fiziksel olsaydı. Yarattığın tahribat, suçsuz yere hapis yatan bir adamın suçsuzluğunun ispat edilmesine rağmen artık gençliğinin sona erdiğini anlaması ve 40 yılını dört duvar arasında geçirmesinin verdiği kaybolmuşluk hissiyle eşdeğerdi. 


Her zaman abartmayı sevmişimdir, sanki dünyada tek aldatılan benmişim gibi hissetmiştim o vakit. Kedim kaybolduğunda da böyle hissetmiştim. Sanki o da bana katlanamamış terk etmişti. Sen gitmiştin,  birde yetmezmiş gibi o gitmişti. Neyi sevdiysem elimden birbir kayıp gitmişti. Şimdi kendimi de seversem, ben de benliğimden gider miydim? Kendimden kaçar mıyım ki?


Kaçıncı kadehi yuvarladığımı bilmiyorum. Ama hâlâ dimdik ayaktayım. Ve ironik bir şekilde bu konuda oldukça başarılıyım. Başarmak istediğim tek şeyi başaramamışken… Dünyevi her şey elimde, ama hiçbir şey benim değil. Duygularım bile. Şimdi mezarıma çiçekle bile gelsen, artık biliyorum: Sevmedin beni.


Kendisiyle bile baş edemeyen adama hitaben.

Başından vazgeçmeseydi...

20 Aralık 2024 Cuma

Kelimelerin Ardından

Bugün kelimelere sığınmaktan başka çarem kalmadı. Harap bir bina gibiyim; ne rüzgâra ne de yağmura direnebilirim artık. Kendi kendime soruyorum: Kimdi beni bu hale getiren? Kimdi beni kırıp, incitip bu kadar soğuklara terk eden? Cevap yok, yalnızca bir boşluk var.

Ellerim bir türlü huzura kavuşamıyor. Sanki sürekli bir riyakârlık, sahte gülümsemelerle örülmüş bu sabahların üzerine. Kalbimde bir sızı, ruhumda bir yük… Kim bilir, belki de bu yükü kendim yükledim. Ama yine de merak ediyorum: Bu ıssızlık, bu soğukluk, bu yalnızlık kimin eseriydi?


Sobamda kömür kalmadı bu sabah. Baca tüttü, duman odayı sardı, gözlerime kül yağdı. Belki de bu duman benim içimde birikmişti; çıkacak bir yol bulamayınca gözlerime aktı. İçimdeki karanlık, düşüncelerime bir dert daha kattı. Üstelik bu dert bana ait bile değil. Seni kim üzdü ki, acısı bana düştü?


Ama biliyor musun? En büyük korkum, yalnızlık. Ölümden korkmuyorum; sensizlik asıl korkutucu olan. Burada, bu boş odada, yalnız bir ruh gibi dolanıp duruyorum. Kollarım kırılmış gibi, kanatlarım çıkmış ama uçmaya değil; çaresizlikten. Bir zamanlar umut dediğim şey, şimdi bir şantiye olmuş. Her yer toprak, çamur, yarım kalmış hayallerle dolu.


Yine de, her şeye rağmen harap olmadım diyebilirim. Bu evsizliğe, bu içsel fırtınaya rağmen hâlâ saf kalmayı başardım. Kirlenmedim. Ruhum bozulmadı, soysuzluğun bana bulaşmasına izin vermedim.


Ve işte buradayım. Yıkık hayallerimin ortasında duruyorum, ama biliyorum ki hâlâ ayaktayım. Umudu bir taş gibi elime aldım, o taşla yıkıntılarımı yeniden inşa etmeye başladım. Belki yavaş, belki acılı bir süreç ama bu benim yolum. Kimsenin bozamayacağı kadar sağlam bir yol.


Kelimelerin ardına saklanmış, bir haraplar,

Kim kırdı sizi? Kim incitti, neden bu soğuklar?


Ellerim huzura eremedi hiç,

Kimin riyakârlığı bu ıssız sabahlar?


Sobamda kömür kalmadı, bacam tüttü,

Duman sardı her yanı, gözlerime kül düştü.


Karanlık, kelamıma dert açtı derinden,

Kim üzdü seni ki, acısı bana düştü yeniden?


Korkum, yalnızlıktan örülmüş bir duvar,

Ölmekten korkmam, sensizliğim tek saran.


Kırılmış kolum, gökyüzüne hasret kanatlarım,

Umuda giden yolda, şantiyesin yaralarım.


Harap olmadım diyemem bu evsizlikten,

Ama saf kaldım hâlâ, bozulmadım soysuzluktan.


Yıkılmadım hâlâ, soğuklara direndim,

Umudun taşında inşa ettim yıkık hayalimi.

18 Aralık 2024 Çarşamba

Duramamak!

Kendimle yaptığım son sohbette ‘duruş’tan söz ediyordum. O konuşmanın sonunda, ayakta bile kalamadım; bedenimi sıcak bir yatağın sükûnetine, teslimiyetine bırakırken içimi bir huzur kaplıyordu. Huzur diyorum, çünkü zihnimle ve dünyayla savaşmadığım nadir anlardan biriydi bu uyku. Bu süreçte ne acının keskinliği ne de düşüncelerin boğucu sanrıları vardı. Çünkü hiçbir eylem, hiçbir fikir mantığın sert duvarlarından sıyrılmak zorunda değildi. Zorunlulukların ve sınırların olmaması, içimde bir özgürlük hissi uyandırıyordu. Hislerim belki de çoğu zaman mantıksızdı, ama böyle anlarda mantığa gerek duymadığım için mutluydum.

Az önce bahsettiğim gibi ayakta bile durmayı beceremediğim halde, iddialı cümleler kurmayı çok seviyorum. Yine bir yılın sonuna geldiğimde, hayatımda pek bir şeyin değişmediğini fark ediyorum ve bu denge bana huzur veriyor. Belki de en büyük lüksüm bu: kaybetmemek. Bir şey kazanmış olmayabilirim, ama kaybetmedim de. Ve bu, en zor olanı değil mi? İnsan durmayan bir şeyi nasıl yakalayabilir? Nasıl kazanır ya da kaybeder ki? Zaman geçiyor, ama canımı yakmıyor artık. Her şeyin daha iyi olmayışı da üzüntü vermiyor. Sanki her şey olması gerektiği gibi… Ama klişe bir kadercilik anlatısına düşmeyeceğim; biliyorum ki bir adımı farklı atsaydım her şey bambaşka olurdu. Ve bu, benim seçimim. Yaşanmayanların, yaşanacak olanlardan hep daha fazla olmasının burukluğuna rağmen bu durumu seviyorum. Eğer paralel evrenler varsa, umarım diğer benliklerim benden farklı seçimler yapıyordur. Çünkü aynı hikâyeyi tekrar yaşamak, bana pek keyifli gelmiyor.


Bazen düşünüyorum: İnsan sevdiği bir kahvaltının sonsuza kadar sürmesine şikâyet eder mi? Hayır. Ama yine de, bu içsel arayış, ya dar bir bakış açısının eseri ya da manipülatif bir yetersizlik duygusunun sonucu. Neyse, anlam karmaşasında kaybolduğumu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Oldukça net bir anın içindeyim. Yıllar geçiyor, zaman tükeniyor, ama dünya ve düzen hep aynı. Satranç tahtasındaki filler yitirilmiş gibi görünse de bir sonraki elde hepsi yerli yerinde. Aslında her şey bir oyundan ibaret: Oyun biter, taşlar yerleşir, yeni bir oyun başlar. İşte bu yüzden umutsuzluk artık bana saçma geliyor. Çok geç olsa da, bazı şeyleri net bir şekilde fark ediyorum. Zaman geçiyor, ama hiçbir şey değişmiyor.


Ölmeye söz vererek geldiğimiz bu dünyada, yaşamı neden bu kadar ciddiye alıyoruz? Bir müsabakanın başlayıp bitmesi kadar doğal bir şey yokken, neden hep sona odaklanıp anı ıskalıyoruz? Belki zayıflığımızdan, belki hâlâ kendimizi anlayamamaktan. Yolun sonunda herkes başarısızlıktan korkar, ama dönüp bakınca zaten onlarca kez başarısız olmuşsun. Alışkınsın buna. O halde neden hâlâ korkuyorsun?


Derin bir nefes al. Sevdiğim bir söz var: “Eğer bir şeyi değiştiremeyeceksen, üzülmeye değer mi? Eğer değiştirebileceksen, çabalamak varken üzülmeye değer mi?” Burada boşa kürek çekmekten bahsetmiyor. Neden kürek çekmediğini anlamanı istiyor. Anlamıyorsan da boş ver; her şeyi dört dörtlük yapmak zorunda değilsin. Valsi bile dört dörtlük çalarsan, hata yapmış olursun. Müziğin akışına kendini bırak. Elbet senin için'de bir şarkı çalıyordur.

Bilmem kaçı..

Çok uzun zamandır adımımı bile atmadığım, varlığını unuttuğum bir yola girdim. "Uzun zamandır" dediğime bakma, hayatımda hiçbir yo...