Kendimle yaptığım son sohbette ‘duruş’tan söz ediyordum. O konuşmanın sonunda, ayakta bile kalamadım; bedenimi sıcak bir yatağın sükûnetine, teslimiyetine bırakırken içimi bir huzur kaplıyordu. Huzur diyorum, çünkü zihnimle ve dünyayla savaşmadığım nadir anlardan biriydi bu uyku. Bu süreçte ne acının keskinliği ne de düşüncelerin boğucu sanrıları vardı. Çünkü hiçbir eylem, hiçbir fikir mantığın sert duvarlarından sıyrılmak zorunda değildi. Zorunlulukların ve sınırların olmaması, içimde bir özgürlük hissi uyandırıyordu. Hislerim belki de çoğu zaman mantıksızdı, ama böyle anlarda mantığa gerek duymadığım için mutluydum.
Az önce bahsettiğim gibi ayakta bile durmayı beceremediğim halde, iddialı cümleler kurmayı çok seviyorum. Yine bir yılın sonuna geldiğimde, hayatımda pek bir şeyin değişmediğini fark ediyorum ve bu denge bana huzur veriyor. Belki de en büyük lüksüm bu: kaybetmemek. Bir şey kazanmış olmayabilirim, ama kaybetmedim de. Ve bu, en zor olanı değil mi? İnsan durmayan bir şeyi nasıl yakalayabilir? Nasıl kazanır ya da kaybeder ki? Zaman geçiyor, ama canımı yakmıyor artık. Her şeyin daha iyi olmayışı da üzüntü vermiyor. Sanki her şey olması gerektiği gibi… Ama klişe bir kadercilik anlatısına düşmeyeceğim; biliyorum ki bir adımı farklı atsaydım her şey bambaşka olurdu. Ve bu, benim seçimim. Yaşanmayanların, yaşanacak olanlardan hep daha fazla olmasının burukluğuna rağmen bu durumu seviyorum. Eğer paralel evrenler varsa, umarım diğer benliklerim benden farklı seçimler yapıyordur. Çünkü aynı hikâyeyi tekrar yaşamak, bana pek keyifli gelmiyor.
Bazen düşünüyorum: İnsan sevdiği bir kahvaltının sonsuza kadar sürmesine şikâyet eder mi? Hayır. Ama yine de, bu içsel arayış, ya dar bir bakış açısının eseri ya da manipülatif bir yetersizlik duygusunun sonucu. Neyse, anlam karmaşasında kaybolduğumu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Oldukça net bir anın içindeyim. Yıllar geçiyor, zaman tükeniyor, ama dünya ve düzen hep aynı. Satranç tahtasındaki filler yitirilmiş gibi görünse de bir sonraki elde hepsi yerli yerinde. Aslında her şey bir oyundan ibaret: Oyun biter, taşlar yerleşir, yeni bir oyun başlar. İşte bu yüzden umutsuzluk artık bana saçma geliyor. Çok geç olsa da, bazı şeyleri net bir şekilde fark ediyorum. Zaman geçiyor, ama hiçbir şey değişmiyor.
Ölmeye söz vererek geldiğimiz bu dünyada, yaşamı neden bu kadar ciddiye alıyoruz? Bir müsabakanın başlayıp bitmesi kadar doğal bir şey yokken, neden hep sona odaklanıp anı ıskalıyoruz? Belki zayıflığımızdan, belki hâlâ kendimizi anlayamamaktan. Yolun sonunda herkes başarısızlıktan korkar, ama dönüp bakınca zaten onlarca kez başarısız olmuşsun. Alışkınsın buna. O halde neden hâlâ korkuyorsun?
Derin bir nefes al. Sevdiğim bir söz var: “Eğer bir şeyi değiştiremeyeceksen, üzülmeye değer mi? Eğer değiştirebileceksen, çabalamak varken üzülmeye değer mi?” Burada boşa kürek çekmekten bahsetmiyor. Neden kürek çekmediğini anlamanı istiyor. Anlamıyorsan da boş ver; her şeyi dört dörtlük yapmak zorunda değilsin. Valsi bile dört dörtlük çalarsan, hata yapmış olursun. Müziğin akışına kendini bırak. Elbet senin için'de bir şarkı çalıyordur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder