Annemle buluşma fikri içimi ürpertiyor. Bu buluşmayı kaç kez zihnimde prova ettim, bilmiyorum; ama her seferinde yeni olasılık bir öncekinden daha berbat bir sonuçla son buluyor. Yanımda o var… Yüreğimin en kuytularında sakladığım ama bir türlü dile getiremediğim hislerin sahibi. O diyerek bir harfe sığdırdığım lakin bir harfin kainata bedel olduğu halde konuşmaktan imtina ettiğim kadın. Onu bu yabancı ve soğuk sahneye sürüklediğim için ne kadar pişman olduğumu kelimelere dökerek anlatmam imkânsız.
İnsan bile isteye yalnızlığı seçer mi, yoksa hep soruyorum ya benliğime yalnızlık mı insanı seçer? Hala bilemiyorum tatmin edici bir cevabım yok. Hala o portala erişemedim. Kısıtlı ve maddi bir bedende bu bilgiye ulaşmamda zor.
Her olasılığa rağmen ben hep yalnızlıkla baş etmeyi bir şekilde başardım. Dertlerimi kimseyle paylaşmadım; sahici duyguların saklı kaldıkça güvende olduğuna inandım. İnsan annesi tarafından bile sevilmiyorsa, başkalarından bunu beklemesi ne kadar gülünç değil mi?
O veya sen diye başka bir kelimeyle belirttiğim anlam noktam, bunu bilmiyordun. Aklımdan geçen bu durumların, arayışların, kayboluşların hiçbirini bilmiyordun. Aramızdaki o inişli çıkışlı bağın temelini, hiçbir şey beklememek (Zaman zaman bekliyor olsam bile) üzerine kurulu olduğunu bilmiyordun. Eğer bir şeyler ters gidiyorsa, belki de düz gitmeyi hak etmiyordur diye düşündüğümü… Çocukluğumdan kalan o yapışkan suçluluk hissinin bir türlü yakamı bırakmadığını… Annem diye bildiğim ama o duygusuz varlığın beni babama değil de kendisine benzetmesinin, bunu itiraf etmekten utanıyorum ama, bana nasıl da mükemmel hissettirdiğini de.
Anne babayı sevmezse, çocuğu babayı ancak acıyarak sevebilirmiş. Lakin o sevgi boğazda düğümlenir, yutulamaz, kabus gibi insanın içinde kalırmış. Seninle karşılaşıncaya kadar sevme yetisinin anneden öğrenildiğini hiç fark etmemiştim. Ve bunun eksikliğinin, insanı kolsuz ya da bacaksız olmaktan çok daha çaresiz kıldığını…
Anneme neden bu kadar kızgın olduğumu o an bile ilk başlarda anlamış değildim. Tek istediğim, eve gidip yatağa sığınmak, yorganın altına saklanıp günlerce o karanlığın içinde kaybolmaktı. Sen konuşmaya devam ediyorken, zihnim çoktan uzaklara savrulmuştu.
Bir kardeşim varmış. Adı İpek. Ne garip… Kim bilir, kime benziyordu? Ama asıl soru bu değil. İnsan, kendi doğurduğu birine "Senin" bana baktığı gibi bakabiliyorsa, diğer anneler sahiden rol mü yapıyor? Benimki yapmıyor, ondan eminim. Gustav Jung bir keresinde “İnsan doğduğu dünyanın biçimine önceden aşinadır,” demişti. Bir kadın anne olmasa bile annelik arketipine sahip olabilirmiş. Ama bizimki, anne olduğu hâlde bundan yoksun. Yine de Jung’un dediği gibi, her şeyin iki yüzü var. Kalbim… O kırıklıkların bir sınırı olsaydı keşke. Ama yok. Her kırık, bin parçaya bölünüyor ve hepsi içimde kalıyor.
"Senin" aşağılayıcı sözlerinden bıktığım an, masadan kalktım. Seni de alıp çıktım o boğucu havadan. İçimde kapıları çarpmak, gökyüzünü yumruklamak, lacivert geceyi kıpkızıl bir ihtişama boyamak geçiyordu. Ve dile bile getirmediğim dileğim o kadar hızlı kabul oldu ki şaşırdım.
Zaman ileriye doğru bir nehirmiş gibi aktı. Güneş batmaya başladı; gökyüzü kırmızı bir tabloya dönüştü. İçimden “Keşke başka bir şey dileseydim,” diye geçirsem de, ilk kez bir dileğim gerçekleşmişti. O anın içinde kalmayı seçtim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder