27 Ekim 2024 Pazar

Aykırı Arayışlar

Çıktığım yoldan dönecek miyim? Kendimi bir yerde bulabileceğimi bilmeme rağmen aramaktan vaz mı geçeceğim? Bu iki soruya bu sıralar cevap veremiyorum. Gitmek istediğim ve kendimi bulmak istediğim bir yere birkaç adım mesafedeyim. Hatta “mesafesizim” demek daha doğru olur. Lakin vazgeçmek, bahaneler uydurmak istiyorum. Sanki bir yanım başaramayacağımdan çok korkuyor. Elimde başarısızlığın üstünü örtebilecek tonla mazeret mevcut; lakin kaybettikten sonra mazeretin ne önemi var ki?


Her şeyin sonuna geldiğinde, önemli olan tek şey sonuç değil midir? Bakış açısına göre bunun da değişen bir olgu olduğunun farkındayım. En bariz örneği kartal hikâyesidir: Bir dağın zirvesine çıktığında bir yılan ve kartal görürsen, ikisi de bir şekilde sonuna gelmiştir. Fakat biri, sürüne sürüne tüm derisini parçalayıp yenileyerek orada olmuş, diğeri ise Tanrı tarafından lütfedilen özellikleriyle rüzgârın yönünü ayarlayarak süzüle süzüle oraya varmıştır. “Hangisinin macerası kayda değer olarak değerlendirilmelidir?” diye düşündüğümüzde yine insanlar ikiye ayrılır. Fıtratında olmayan, senin için sunulmamış bir gerçekliği kabul ederek tırmanmaya çalışan yılan, sonunda başarmış olsa bile orada bulunmasının bir anlamı yoktur. O, zirvelerden yeryüzünü izlemek için yaratılmamıştır ki. Lakin kartal, her zaman her an her şeyin üstünde olmak, yeryüzündeki canlara tepeden bakmak için kanatlara sahiptir. Bir yılanın dağın tepesine çıkması kıskançlığından mıdır, yoksa haddini bilmemesinden midir?


Yine her zamanki gibi çift yönlü iki soru… Cevapları önemli midir? Sanırım, aynı sonuçlar kadar önemlidir. Yılan bedenine bürünmüş kartallar ve kartal bedenine bürünmüş yılanlar… İkisi de belki de istediklerini değil, sadece sunulanları değerlendirmelidir. Ben de öyle mi olmalıyım? Sadece bana sunulanlarla mı yetinmeliyim?


Yine kaybediyorum, yine başladığım yoldan çizgimden saptırılıyorum. Neden çizgimden saptırılmam, üzüntü vermek yerine “Ya hep böyle olmuştu, yine bahane bulup kabullen” hissini içimde oluşturuyor? Ben, kaybetmenin timsali, yolda bile kaybolan, macera ararken maceradan kaçan biri miyim? Niye kendimi tanıyamıyorum? 


Belki de tanımak istemediğim için bu haldeyim. Düşünmek istemiyorum ama düşlerim beni hiç rahat bırakmıyor. Beni bırakan tek şey, beni ben yapan her şey. Kendi benliğine düşman bir zihin ya da onu kullanmayı bilmeyen cahil bir ruh… Ruhuma üflenen nurun her zerresi neden bana muhalif? Neden? Niye?


Sormak zorunda olduklarım ve hiç cevap bulamayacaklar yine bembeyaz bir sayfayı kirletiyor. “Elimin kiri” demek yerine artık “zihnimin kiri” mi demeliyim, bilmiyorum.


Şüphecilikle arşa çıkmış, kaybolmuş bir firariyim.

Bir gün bulunabilmek hayaliyle…

17 Ekim 2024 Perşembe

Kafes

Üstünden daha çok fazla zaman geçmemişti.

Kendime sorduğum soruyu ne yazık ki hala kristal berraklığında hatırlıyorum.


Plan neydi? Kim olmayı bekliyordum? Tercih etmediğim bir kafesi sahiplenmek mi kaderimdi?


Bir an durup düşünmüştüm… Hani şu internette dönen komplo teorileri var ya, her anımız izleniyor, her anımız dinleniyor diyorlar. Bunu yaşamış gibi hissettim o an. Instagram sayfamı bir aşağı bir yukarı kaydırırken, aniden karşıma çıktı. “Amor Fati”. Bir adamın koluna kazınmış bu iki kelime, bir kadının merak dolu sorusunu getirdi; “Ne anlama geliyor?” Yaşlı adam, gizemli bir gülümsemeyle bunun özel bir anlamı olduğunu söyledi ve hiçbir açıklama yapmadan uzaklaştı.


Birkaç saniye sonra o iki kelimenin cevabı karşımda duruyordu: “Kaderini sevmek”

Bu cümle, yıllardır beni tutsak eden bu bedene, bu “kafese” ne kadar da yakışıyordu. Belki bu yaşamı, bu çevreyi, bu yeri ben seçmedim. Fakat, tüm bu kabullenmediklerim kaderimi sevmemi de engellemiyor. Neden sürekli kusurlar buluyorum, neden bu kafesi, bu hayatı, bu kaderi küçümsüyorum?


Belki de kaderin sırrı, sevmesen de ona saygı duymaktan geçiyordu.

Her şeyin bir lütuf mu yoksa bir ceza mı olduğunu anlamak için uğraşırken, bir anlam bulana kadar suskun kalmak gerektiğine karar verdim. Çünkü hayatın sadeliği, karmaşanın içinde öyle bir kördüğüm ki… Tek bir ipliği çekmek tüm düğümleri çözerken, bir başkası seni yeniden o kördüğümün içine sürükleyebilir.


Sonuç olarak… bir yerden başlamak gerek. Kaybedecek ne var ki?

8 Ekim 2024 Salı

Kendine Yük Olduğunda: İçsel Benlikle Bağlantıyı Kaybetmek Üzerine Düşünceler

Hayatta öyle bir an gelir ki kendimizi eskisi kadar net duyamayız. Bir zamanlar özgürce akan düşünceler, kim olduğumuzu tanımlayan fikirler artık uzak görünür. Hayatın koşuşturması içinde, bizi eşsiz kılan özümüzü yavaş yavaş kaybediyormuşuz gibi gelir. Sonra kendimi şunu sorgularken buluyorum. Bir zamanlar beni diğerlerinden ayıran tek şeyin gitmesine izin mi veriyorum?

Ardından ilk tökezlediğim yeri düşünüyorum - içsel benliğimden kopuk hissetmeye başladığım yeri. Koparılmış hissediyorum. 

Şimdilerdeyse üstümdeki zırh her adımımda daha ağır geliyor. Sanki net düşünemediğimin bilgisine haiz olmak, beni eskinden olduğum kişilikten daha uzak tutuyor. Bir zamanlar omuzlarıma binen yükleri sırtlamak çocuk oyuncağı gibi geliyorken, şimdi omuzlarımda yalnız kendimi taşıyacak gücü bile bulamıyorum.

Peki, kendi kendimizin yükü haline geldiğimizde ne yaparız? Artık işe yaramadığımızı hissettiğimizde, artık ağırlığını taşımayan bir karınca gibi hissettiğimizde? Bu düşünce beni rahatsız ettiği kadar meraklandırıyor. 

Plan neydi? Ne olmayı bekliyordum? Tercih etmediğim bir kafesi sahiplenmeli miyim?

Şimdilerde böyle hissetmem garip hatta neredeyse ironik. Her zaman planlarımı takip ettiğimi düşünmüşümdür. Derin bir içsel dürtü bu zamana kadar -güneşin durmaksızın doğma ve hayatı devam ettirme görevi gibi- beni ayakta tutmaya yetiyordu. Ama şimdi yapmam gerektiğini düşündüğüm şeyi yaparken bile bunalmış hissetmenin adil olup olmadığını sorguluyorum. Belki de bu yüzden böyle bir ruh hali içindeyim. Hayatın basit süreçlerine, bizi ayakta tutması gereken süreçlere her zaman gereğinden fazla anlam, ağırlık yükledim.

Şimdi, yüklerimle baş başa kaldığımda bir şeyi fark ediyorum: Tüm bu yükleri kendime yükleyen benim. Yaptığım her şeye misyon ve anlam yükleyen benim fakat neden yarattığım beklentilerin altında ezildiğimi hissediyorum? 

Neden sonunda, düşüşüm için dünyayı suçluyorum.

Dünyanın gerçekten ne suçu var? Kendimi daha yükseğe itmeyi reddetmemin suçlusu yerçekimi mi? Belki de beni aşağı çeken dünyanın ağırlığı değildir. Hep daha fazlası olmam, daha fazlasını yapmam, daha fazlasını düşünmem gerektiği fikrinden vazgeçmeyi reddetmemdir. Kendimi bu sürekli güdüye bağladım, her adımda gökyüzüne ulaşmayı bekliyorum ve ulaşamadığımdaysa yenilmiş hissediyorum.

Belki de, sadece belki de, gökyüzü zaten hiçbir zaman hedef değildi. Belki de kendimi zorlamayı bırakıp sadece içimdeki sessiz sesi, ayaklarımın altındaki toprağın ritmini dinlemenin ve dünyayı omuzlarımda taşımama gerek olmadığını fark etmenin zamanı gelmiştir. 

Bağlantıyı koparmadan, bağlanmanın değerini öğrenmeliyim.

İnsanlar "Beni" Anlasın Korkusu

   Bir yol üzerine inşaa ettiğim onlarca maziye yarım kalmış enkazlar mı demeliyim? Her seferinde hevesle başladığım yoldan dünüyor olmak, bunu istemek acizce değil mi? Neden hırslarım yeterli gelmiyor. Ben hırssız bir varlık mıyım? Bunca hırsızın arasında. 

    Belki de bu yüzden sonu gelmiyor. Belkiler bir kalıp gibi üzerime inşa edilmiş. Bende her katını büyük bir keyifle dolduruyorum. Yerli yersiz onlarca belkiyle sarılı hapishaneler üretiyorum. Zaten her şey dört duvar arasına sığmıyor mu?

   Bedenime sığmayan benliğim hariç her şeyi bir yerlere sığdırabildim. Bir ben sığamadım. Belki de sığmak istemediğimden, her zaman olduğumdan daha fazla alan kapladığıma o kadar inandırdı ki beni egom, ben kendi bedenimde bile istirahat edemedim. 

    Vakit geçiyor mısralarda ve elime benliğimden kopan bir kaç parça kalıyor. Hiçbir şeyi yerine koyamayan ben kalbimi, kabrimde taşıyorum.


Cevap Bile Bir Son Olduğundan

Bir şeylerin sonuna yaklaştıkça, içimde tarifini bilmediğim bir direnç kabarıyor. Bitirmek istemiyorum. Sanki sonlar, birer mezar taşı gibi ...