Hayatta öyle bir an gelir ki kendimizi eskisi kadar net duyamayız. Bir zamanlar özgürce akan düşünceler, kim olduğumuzu tanımlayan fikirler artık uzak görünür. Hayatın koşuşturması içinde, bizi eşsiz kılan özümüzü yavaş yavaş kaybediyormuşuz gibi gelir. Sonra kendimi şunu sorgularken buluyorum. Bir zamanlar beni diğerlerinden ayıran tek şeyin gitmesine izin mi veriyorum?
Ardından ilk tökezlediğim yeri düşünüyorum - içsel benliğimden kopuk hissetmeye başladığım yeri. Koparılmış hissediyorum.
Şimdilerdeyse üstümdeki zırh her adımımda daha ağır geliyor. Sanki net düşünemediğimin bilgisine haiz olmak, beni eskinden olduğum kişilikten daha uzak tutuyor. Bir zamanlar omuzlarıma binen yükleri sırtlamak çocuk oyuncağı gibi geliyorken, şimdi omuzlarımda yalnız kendimi taşıyacak gücü bile bulamıyorum.
Peki, kendi kendimizin yükü haline geldiğimizde ne yaparız? Artık işe yaramadığımızı hissettiğimizde, artık ağırlığını taşımayan bir karınca gibi hissettiğimizde? Bu düşünce beni rahatsız ettiği kadar meraklandırıyor.
Plan neydi? Ne olmayı bekliyordum? Tercih etmediğim bir kafesi sahiplenmeli miyim?
Şimdilerde böyle hissetmem garip hatta neredeyse ironik. Her zaman planlarımı takip ettiğimi düşünmüşümdür. Derin bir içsel dürtü bu zamana kadar -güneşin durmaksızın doğma ve hayatı devam ettirme görevi gibi- beni ayakta tutmaya yetiyordu. Ama şimdi yapmam gerektiğini düşündüğüm şeyi yaparken bile bunalmış hissetmenin adil olup olmadığını sorguluyorum. Belki de bu yüzden böyle bir ruh hali içindeyim. Hayatın basit süreçlerine, bizi ayakta tutması gereken süreçlere her zaman gereğinden fazla anlam, ağırlık yükledim.
Şimdi, yüklerimle baş başa kaldığımda bir şeyi fark ediyorum: Tüm bu yükleri kendime yükleyen benim. Yaptığım her şeye misyon ve anlam yükleyen benim fakat neden yarattığım beklentilerin altında ezildiğimi hissediyorum?
Neden sonunda, düşüşüm için dünyayı suçluyorum.
Dünyanın gerçekten ne suçu var? Kendimi daha yükseğe itmeyi reddetmemin suçlusu yerçekimi mi? Belki de beni aşağı çeken dünyanın ağırlığı değildir. Hep daha fazlası olmam, daha fazlasını yapmam, daha fazlasını düşünmem gerektiği fikrinden vazgeçmeyi reddetmemdir. Kendimi bu sürekli güdüye bağladım, her adımda gökyüzüne ulaşmayı bekliyorum ve ulaşamadığımdaysa yenilmiş hissediyorum.
Belki de, sadece belki de, gökyüzü zaten hiçbir zaman hedef değildi. Belki de kendimi zorlamayı bırakıp sadece içimdeki sessiz sesi, ayaklarımın altındaki toprağın ritmini dinlemenin ve dünyayı omuzlarımda taşımama gerek olmadığını fark etmenin zamanı gelmiştir.
Bağlantıyı koparmadan, bağlanmanın değerini öğrenmeliyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder